Bu anlatacaklarımız yeni nesil oyuncu kardeşlerimize ve antrenörlere “Dede Korkut Masalları” gibi gelebilir. Hatta bu siyah beyaz anıları okumak onlara pek de keyifli gelmeyebilir. Ancak şunu da unutmamak lazım; bu renkli yıllardan önce o siyah beyaz yıllar yaşandı ve renkli yıllara hemen geçmek de öyle kolay olmadı.
Türk voleybolu bugünlere gelirken neler yaşadı, neler…
Tabii ki bunları bu yazılardaki kısa notlarla, anılarla vermek, sizlerin bakış açılarını bir nebze de olsa geliştirmek açısından fayda sağlarsa, ne mutlu biz ve bizi yetiştiren antrenörlere ve abilerimize.
( Çok daha geniş detaylarI GÜLNUR ÖZFER GÖRGÜN hanımın çok değerli eseri VOLEYBOLUN UNUTULMAZLARI setinde bulabilirsiniz)

70 li yıllarda sahada libero diye bir kavram yoktu. Oyuncuların boy ortalaması 1,75-1,90 arasındaydı. 1.90 cm üstünde olanlar, parmakla gösterilecek kadar az sayıdaydı. Genel de oyunda 2 Pasör ve 4 Smaçör ile oynanan 4-2 diye kısaca tabir edilen oyun düzeni vardı..75 li yıllardan itibaren 1 Pasör 5 Smaçör ile 5-1 sistemine geçmeye başlamıştık. Ben de,Türkiye Gençler Şampiyonası Yarı finallerinde (1976) bu sistemle oynayan o yılların ilk pasörleri arasında olmaktan çok mutluydum. Orta oyuncular şimdi ki gibi sadece smaç ve blok yapmakla sınırlı oyuncular değil, arka alan savunmalarında manşetlerine en güvenilir oyuncular olurlardı.
Pasörler genelde takımın en kısa oyuncuları olurdu. Köşe oyuncuları, daha çok sıçrama yeteneği olan, atletik ve dengeli oyunculardan olur, pasör çaprazı olarak oynayan şimdilerin 2 numarası oyuncuları ise hem smaç yeteneği olan hem de pas atma kabiliyetine (parmak pas) sahip olmalıydı.Genelde Pasörler ,köşelere çok yüksek top oynarlar, orta oyuncularına genelde hızlı dediğimiz süratli toplar atılırdı. En fazla denenen hücum kombinasyonu ise,ortadan hücum oyuncusunu üstünüze çekip, hemen üzerine 4 numara veya 2 numara oyuncusuna 1 mt yüksek pas atmaktı ki, buna “asansör” diyorduk. Bir de, şimdi unutulan “stepli kısa” denilen, durarak olduğu yerde sıçrayan orta oyuncusuna atılan pastı. .Rakip bloğunu düşürmek için yapılırdı.
Asya voleybolu diye o zamanlar tabir edilen Japonya ve Kore voleybolunu oynamak, öyle her takıma nasip olmazdı. Niye derseniz? Çok çabuk, kısa paslar ile köşelere yatık paslar atılan öne-arkaya ortadan kısa veya asansör denilen ön oyuncunun üstüne sıçranıp vurulan pas çeşitleri ile rakip blokları şaşırtan oyun düzeni için, yatık manşet atılacak kalitede savunma yapmanız gerekirdi. Bu ekol voleybolu o zamanlar ilk olarak Altınyurt kulübü tarafından uygulandığını hatırlıyorum. Genel de Doğu bloku ülkelerini (Rusya-Polonya) tercih eden takımlarımız, (Büyükdere Boronkay,Eczacıbaşı) yüksek paslar ile sıçrama yeteneği olan köşe oyuncularının (Semih Oktay gibi) başarısı üstüne oturtulan hücumlar ile şampiyonluklar yaşadı. Sadece Olimpiyatlarda gördüğümüz ama irtibatta olamadığımız “Küba-Brezilya” gibi Güney Amerika voleybolu ise bizlere kıtalar kadar uzaktı!
Formalar genelde “Orlon” diye tabir edilen, terledikçe 1 kilo daha ağırlığa ulaşan, görünüşü yüne benzeyen ama bir çeşit yumuşak elyaf-akrilik kumaşdan oluşur, şort larımız ise şimdilerin boxer’ı yerine geçecek mayolardan oluşurdu…Evet mayo kumaşıydı gerçekten!
İçimize de, pamuklu “suspansuvar külot” giyerdik (merak edenler,google’dan öğrensin lütfen)
Eşofmanlar ile sahaya çıkınca, havamızdan geçilmezdi. Gerçi hep bir önceki sezondan abilerimizden kalma olurdu, çünkü yenileri hep A takım giyer, eskidikçe aşağıya doğru Genç takım ve Yıldız takım oyuncuları sırayla giyerdi. Büyük veya küçük gelirse, takım arkadaşımız ile değiş tokuş yaparak bişekilde yakışanı herkes bulurdu. Kimse de naz, surat yapmazdı.
Dizlik giymek, çok havalıydı ama zorunluydu sanki.Ayakkabı derseniz ayrı bir alemdi. Şimdi ki gibi orijinal voleybol ayakkabısına ulaşmak, her voleybolcuya nasip olmazdı. Hele hele yeni başlayacaksanız, önce “Çin Kesi” diye tabir edilen, altı incecik ama parkede kaymayan yeşil veya sarı renkli lastikten, üstü ise beyaz renkli branda bezi kumaşından olanlar tavsiye edilirdi.Eğer biraz daha tecrübeli iseniz türkyapımı taklit “Tayger” marka aslı (Asıcs’in) Tiger modeli ayakkabısından temin ederdik.Abilerimiz (Liglerde veya milli takımlarda olanlar)ancak yurt dışına gittiklerinde, onlara sipariş edersek ASICS-TİGER veya RUCANOR ayakkabı getirirlerdi,çünkü o zamanlar ithal ürünlerin ülkemize girişlerinde kısıtlamalar vardı. Ben şanslıydım, amcam İsgiçre’den her yaz yıllık izine geldiğinde bana ayakkabı getiriyordu. Unutulmaz olan ilk ayakkabım, o zamanlar aslen Amerikalı ama Kore yapımı PONY markasıydı.
Büyükşehirlerde belli başlı “Amerikan pazarı”diye tabir edilen kaçak malların getirilip, gizlice ama aslında herkesin bildiği üzere “Pasaj larda” el altından fahiş fiyatlara satılırdı, gizli satışa sunulurdu, satanlar kaçakçı muamelesi görürdü !
Örneğin,sizi çok şaşırtacak bir şey söyleyeyim.CebinizdeDolar-Frank-Sterlin gibi yabancı para bulundurmak suçtu.Sadece yurtdışı seyahatlerinizi ibraz ederek bu dövizleri devlet bankalarından temin edebilirdiniz.Nasıl bir hayat modeli değil mi? Şimdiki nesil bu anlattıklarımı hayal bile edemiyordur,tahminim…
Velhasıl,bu kadar yok malzeme arasında ben ve yaşıtlarım her gün neredeyse okul salonu(şanslıydık salonumuz olduğu için)ile kulüp salonu arasında mekik dokuya dokuya voleybolun esiri ve sevdalısı olduk.
Bu arada,Türkiye’de sanırım ilk “Spor Okulu” modeline sahip İZMİRSPOR da lisanslı olarak voleybola başladığımı tekrar belirtmekten onur duyacağım.Yeri gelmişken rahmetli “Mimar Cavit Ölçer” Başkanımızı anmadan geçmeyelim,Türk spor tarihinde adı fazla reklam edilmeyen ama çok takdir edilmesi gereken ender bir spor yöneticisidir,Ruhu şad olsun…Şimdi onun eserini taklit edenler de keşke onun mirasına yeterince önem verseler de voleybol dünyasına değerli sporcular yetiştirecek sistemi başarsalar! Bana 7 sene (son 4 yılında kaptanlığını onurla taşıdığım) heyecanı veren,bir dönemin hem erkek hem kadınlarda Milli takımlara, liglere oyuncu veren bu fabrikanın ateşini söndürenleri de bu sebeble, almak ve o günleri tekrar hatırlatmak istiyoruM. Sesimi duyan olur mu acaba?
Peki bu maçlar nerede oynanırdı?desem…tabii ki ilk olarak akla gelen,İzmir Atatürk Spor Salonu olacaktır.Sadece İzmir’livoleybolcuların değil,tüm ülke voleybolcularının maç yapmaktan zevk aldığı “cilalı parkelerinden çıtır çıtır ses gelen” ,seyirci ile muhteşem bir ahenk birlikteliği yansıtan adeta onlarla her maçın heyecanını yaşıyan canlı bir “mabet”di.
Bu salonun olmazsa olması tabii ki hakemlerimizdi…Oyuncular kadar voleybol sevdalısı, onlar kadar çalışkan, beyazlar içindeki ütülü kıyafetleri ve beyaz ayakkabıları ile oyun sahasının birer deniz askeri komutanları, bir o kadarda samimi, nüktedan ve babacan tavırları ile bizlerin sevdiği ama çekindiği yöneticileri…Bu dünya dan göç edenleri, şimdi saygıyla andığımız, her maçıfarklı bir amatör heyecan ile yöneten, voleybolumuzunvazgeçilmezleri, cefakar hakemlerimiz…ve onları yetiştiren hakem abileri…
Yine lafı bitiremedik ama bana ayrılan sayfayı fazlasıyla doldurduk…
DEVAMI GELECEK yazımızda,inşallah milli takım seçmelerine de yer vermek umuduyla…
Sağlıcakla Kalın
