1987 veya 1988 yılıydı…
Kınalıada’nın yıldız genç ve A takımlarını kendi yetiştirdiğim kızlardan kurmuştum…
Takım kaptanım , elimde yetişmiş Sibel Karaçelik (Tok), velayetini üstlenip, Bulancak’tan getirdiğim, yetiştirdiğim, genç milli takıma kadar yükselen Gülgün Konya, Ümran Civan, Esra Çetinkanat, İpek Gökbel, Ayşegül Akman, Esin-Ebru Ortaç kardeşler, Emel Bayer’li genç/yıldız kadroma Gül Demircioğlu, Sema ve Necla’yı da Sibel’e yardımı olacak 3 abla olarak da takviye etmiştim… Hatta sanatçım Barış Manço’dan da moral desteği almaktaydık…
O zamanlar, Levent’teki evimizin yanı sıra menajerliğin yaptığım Barış Manço’ya da yakın olabilmek için sevgili Ortaç ailesinin Hasırcıbaşı’ndaki şirin dairesini de kiralamıştım…
Çok önemli bir maçımız öncesi takımın bir kısmı o gece bende kalmış, odaları onlara tahsis etmiş, yastığımı, yorganımı ve de ilk göz ağrım kedim Tıkır’ı alıp salondaki kanepeye zorunlu transfer olmuştum…
Yanlarında da bir sonraki sezon transfer etme sözü verdiğim 2 genç milli kardeş de misafirimizdi o gece…
Gece yarısı…
Saat hiç unutmuyorum, 03.30…
Kızlar çığlık çığlığa salona başıma yığıldılar… Korkudan titriyorlardı ve tam bir panik hali hakimdi…
Takım arkadaşlarından birinin (Özür dileyerek isim veremiyorum…) yatağında doğrularak acaip bir sesle bir şeyler saçmaladığını söylüyorlardı…
Hemen yatak odasına geçtim…
Kızımız, yatakta beline kadar doğrulmuş, karşısındaki duvara boş bol bakarak, hırıltılı bir erkek sesiyle bir şeyler konuşuyordu…
Kızlara sakin olmalarını, korkmamalarını söyledim…
Ve onunla konuşmaya başladım, kim olduğunu (!) sordum…
Başladı anlatmaya…
Önce ismini soyadıyla söyledi…
Balıkesir’in uzak bir köyünde yaşarken, gene şu anda anlatamayacağım bir sebepten dolayı öldüğünü, sonrasında aile içinde olup biten elişmelerden dolayı da müthiş rahatsızlık duyduğunu vurguladı… O davudi erkek sesiyle…
Bu arada sakin Tıkır’ın sırtını kabartarak ona devamlı hırlıyor, üzerine atılacak gibi pozisyon alıyor, zor zaptediyordum…
Kızlara katiyen uyandırılmamasını ve de ona sonrasında hiçbir şey anlatmamaları gerektiğini sıkı sıkıya tembihledim.
Kızlar için tabii ki gece sona ermişti… Hepsi salona terfi ettiler… Ramazan ayındaymış gibi sahura benzer bir sofra kurduk… Sabahı ettik.. Sabah da uyanan kızımız sofraya bize katıldı…
İnanın yanına hiçbir takım arkadaşı oturmak istemedi…
Maç ne mi oldu ?… Kazandık ama, nasıl oldu o iş başka bir yazımda anlatırım… Kızımız durumu uzunca bir süre öğrenemedi eminim, sonrasını bilemem ?…
Sabah mesai saatinde bilinmeyen numaralardan akşamki sesin verdiği köyü sorguladım… Gerçekten de öyle bir köyün var olduğunu öğrendim… Muhtar emminin numarasını öğrenip, aradım…
Sonuç kanımı donduracak kadar ilginçti… İsim tutuyordu ve de gerçekten anlattığı şekilde ölmüştü, ailesi de onu tedirgin eden haltlar karıştırmıştı… Kızımız da onun vefat ettiği tarihten yaklaşık 14 ay sonra doğmuştu…
İşte bir capcanlı yaşadığım reenkarnasyon olayı..
Tek bir yerinde abartma yok !…
Gerçek artı gerçek...